Bazı insanlarla yolunuz bazen bir anda kesişir ve o insanları, kırk yıldır tanıdığınızı hissedersiniz. Hat ve tezhip sanatçısı Muhammet Mağ’la söyleşi yapmak için karşılıklı oturup kendisini dinlemeye başladığımda da hatırlanmayan bir yerden bilinmeyen bir zamandan kalma tanışıklıkla yüzleştim. Sonrasında söyleşi kayıtları üzerinde çalışıp eserlerini inceledikçe araftaki tanışıklık daha da derinleşti.
Muhammet Mağ, Sezai Karakoç’tan ilhamla kendini “Doğu’nun yedinci oğlu” olarak tanımlayan bir duygu insanı. Erzurum’da doğmuş, çok okuyarak büyümüş, lisans eğitimini yine memleketinde, Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tezhip Bölümünde tamamlamış.
Okuduğu bölümün masraflı olması, memur çocuğu olması gerçeğiyle birleşince üniversitede öğrenim kredisine çok ihtiyaç duyar Mağ. Ancak üç kez başvursa da kendisine öğrenim kredisi çıkmaz. Bölümünün gerektirdiği boyaları ve diğer malzemeleri, yazları inşaatta çalışarak kazandığı paralarla alabilir. Üniversite ikinci sınıftayken Almanya Bauhause Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinin o yıllar 2500 Mark olan bursunu kazanmasına rağmen bu hak da elinden alınır. Mağ, bu gerçeği mezun olurken öğrenir; döneminin bölüm idarecileri Mağ’ın yerine içlerinden başkasını göstererek, gelen bursu dört yıl boyunca kendileri kullanır. İhtiyaçları olmadığı hâlde arkadaşlarına öğrenim kredisi çıkan Mağ, dört yıllık harç kredisi borcuyla mezun olur. 2005 yılında ilk kez sattığı tezhip için ödenen 60 dolar ile babasının gönderdiği 50 lira harçlık da bankaya yatar yatmaz harç kredisi borcu sebebiyle hesabından çekilir. Mağ, bütün bu sürecin sonunda gönül rahatlığıyla “hiçbir şekilde devletten bir şey almış değilim. Sanatçıyım alabilirim, bir kuruşu bile cebime girmedi. Ne ben talep ettim ne onlar verdi. O çarkın içerisine girmedim.” diyebilmektedir.
Çocukluk ve öğrencilik yılları, bugün metropoldeki “sosyal hayat” kavramımızdan çok farklı; kitap okuyarak ve nadir de olsa sinemaya giderek geçmiş. Telefonla da sosyal medyayla da çok geç tanışmış. Yolu bir şekilde İstanbul’a düşünce de sanatkârlığını, hemen her sanatın merkezi bu şehirde devam ettirmeye başlamış. Söyleşi öncesi Mağ’la ilgili araştırma yaparken sosyal ağları aktif şekilde kullanması dikkatimi çekti. Benzer sanatlarla ilgilenenler, eserlerini daha iyi sergileyebilme imkânı buldukları Instagram’ı aktif kullanırken Mağ, Twitter’da da son derece etkin. Yapısı itibarıyla Twitter, zaten yoğun olan ülke gündeminin üçe katlanıp kaosa dönüştüğü bir mecrayken, Mağ’ın burada aktif olmasının sanatsal verimliliğine olumsuz etkisi olup olmadığını merak ediyorum. Mağ, sosyal ağların olumsuz yanlarını, bir paylaşımda bulununca yorum ve beğeni sayılarının peşine düşülmesinin üretimi sekteye uğrattığını kabul ediyor; klavye kahramanlığı yapanların, takipçi satın alanların, beğeni hesabı yapanların da farkında. Twitter’da kendisini ilgilendiren gündemle ilgili kimseden çekinmeden ama kimsenin de kişilik haklarına saldırmadan, siyasete bulaşmadan yapıcı yönde paylaşımlarda bulunduğunu söylüyor.
Twitter’ı bir gündem varsa çekinmeden ve insanların kişilik haklarına saldırmadan, olumlu tarafından bakarak eğer yapıcı bir şeyse yazıp geçiyorum. Orada böyle bir kontrol yapıyorum. çok da klavye kahramanlığı yapmadan adap, ahlak ölçüsünde kullanıyorum. Instagram’da bir görsel paylaştıysam kim beğenmiş, kaç kişi beğenmiş, bunlarla ilgilenmiyorum. Çünkü ilgilendiğiniz zaman hem yorulmuş hem vakit kaybetmiş hem kendinize ait bu tasarım, üretim kısmı sekteye uğramış oluyor.
Paylaşılan eser görseli, topluma yazılan bir mektup
Sosyal hesaplarda sanat görselinin paylaşılmasını, topluma yazılmış bir mektup olarak gördüğünü dile getiriyor Mağ. İstediği mesajı istediği kişiye gönderebildiği için de paylaşım yapmaktan büyük zevk aldığını vurguluyor. Gönderdiği mektubun muhatabı kimse, aldığı mesajı zaten yorumla, beğeniyle geri göndereceğini söylüyor. Kendisine ulaşmak, sanatını tanımak isteyenler için sosyal hesaplarının bir iletişim yolu olduğunun bilincinde. Bir sanatçı olarak gelen geri bildirimlere nezaketen dönüş yapsa da takipçi, görüntüleme ve beğeni sayılarını hiçbir zaman önemsemediğinin de altını çiziyor.
Artık orada bir şey paylaşılmıştır, almak isteyen insanlar oradan alacaktır. Eser görselini topluma yazılmış bir mektup olarak kabul ediyorum. Mektubu gönderiyorum, muhatabı kimse, bir şey yazmak istiyorsa zaten mesaj olarak geri dönüyor. Siz de nezaketen o kişiye dönüş yapıyorsunuz. Ama benim için o beğeniler, sayılar hiç önemli değil. Mesela Instagram, Facebook ya da Twitter’da takipçi sayısına hiç tenezzül etmedim, takipçi satın almadım. Çünkü samimi yaklaşıyor, sosyal medyayı samimi bir dille kullanıyorum. Bana ulaşamayanlar ya da beni tanımak isteyen kim varsa orayı bana ulaşılma mekanizması olarak kullanıyorum. Keyif mi alıyorum, alıyorum çünkü istediğim mesajı istediğim kişiye gönderiyorum. Binlerce kişi için ücret veriyorlar. Takipçi sayısının algıda çok büyük etkisi var. Beş bin takipçili sayfayla yirmi bin takipçisi olan sayfanın etkisi bir değil. Ama kişi paylaştığı zaman bakıyorsunuz binlerce takipçisi var, beğeni on – on beş. Oradaki algıyı da toplum çözdü.
Muhammet Mağ, özellikle Twitter’daki paylaşımlarda gözüne çarpan yanlışlara, tespit ettiği sorunlara kayıtsız kalamayıp “soruna dikkat çekme” çabası gösteriyor. Ona göre iki kişi tarafından ciddiye alınıp akıllarında soru işareti oluşturabilmek bile bir başarı. Zaten sosyal mecralardaki yanlışları düzeltme, toplumun genelini eğitme gücüne sahip olmadığının da farkında. Mesajını doğrudan ve hızla ulaştırabilme imkânı sunmasından dolayı sosyal hesaplarını zevkle kullanırken kendi dijital kimliğini de -belki bilinçli belki farkında olmadan- başarıyla inşa ediyor. Üstelik bunu sanatçı kimliğinin avantajını kullanarak sadece cümleleriyle değil eserleriyle de destekliyor; tabii o dijital kimliğin başına “Doğu’nun yedinci oğlu” açıklamasını da koyarak. Mağ, Karakoç’un Masal şiirinde bahsini ettiği yedi oğulda yedi sosyolojiden, yedi psikolojiden ve hayat tecrübesinden bahsettiğini söylüyor. Söz konusu yedi oğlu, sanat dünyasında yedi karaktere evirdiğini belirten Mağ, sanatkârların yedi oğulla yüzleşmeleri durumunda yakın hissettikleri birinde kendilerini mutlaka göreceklerini savunuyor.
Sezai Karakoç, yedi evlattan bahseder. Oradaki yedi oğlu bizim sanat camiasındaki yedi karaktere evirdim. Var mı, var. Herkes “oğullar”ı okuduğu, bununla yüzleştiği zaman hangi oğula yakınsa kendini orada görecektir. Çünkü rahmetli Sezai Karakoç, orada yedi yaramaz çocuktan bahsetmiyor. Yedi sosyolojiden, yedi psikolojiden, yedi hayat tecrübesinden bahsediyor. Orada en güzeli de yedinci oğul ve Doğu olması. Ben de Doğu’dan geldim. Bir şeyi idare edemiyoruz ya da yalakalığı beceremiyoruz. Çünkü çok okuduk. Öğrencilik yıllarında, Anadolu’da sosyal hayatımız yoktu. Telefonla bile, sosyal medyayla çok geç tanıştık. Sosyal aktivitelerimiz kitap okumak, güzel film gelirse sinema ama daha çok okumak. Çıkan dergileri okumak, dergi çıkartmak, okuduğunuz kitap üzerinden eleştiriler yapmak…. sosyal hayatımız buydu; bazen isteyerek bazen mecbur kalarak yaptığımız şeyler. Farklı insanları, farklı coğrafyaları, farklı akımları okuduk. Bunlar bizde birikim oluşturdu, bize bir şeyler öğretti.
Aykırılığım, var olan hattatlık müessesesine bir tepki
“Batılılar! Bilmeden altı oğlunu yuttuğunuz bir babanın yedinci oğluyum ben. Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden.” diye haykırır yedinci oğul, şiirde ve ekler “Gömün beni değiştirmeden. Doğulu olarak ölmek istiyorum ben.” Altı kardeşten farklıdır, toz toprak olacak kemikleri değişse de ruhunun değişmeyeceğini söyler; kardeşlerine kıyasla aykırıdır. Tüm Doğululuğuyla Batı’ya kafa tutar. Mağ da sohbetimizde Doğulu tarafına ve aykırı yönüne sürekli vurgu yapmaktadır. Hem Doğulu olması hem yapısı itibarıyla aykırı ve çok sert tavrının olduğunu kabul ediyor. Ben de kendisine bir sergisinde sarf ettiği “Aykırı bir çizgim var. Evrensel bir felsefeyi benimsiyorum.” sözlerini hatırlatıyorum.
Hem akademik hem alaylı tarafının güçlü, iki camiaya da vâkıf olduğunun altını çiziyor Mağ. Çizgilerin, noktaların temeline inme çabasının kendisini mabetten çıkarıp evrensel boyuta taşıdığını söylüyor.
Elif, vav yazıyoruz. Latin harfiyle “A” yazıyoruz; bunun büyüğü, küçüğü var. Bu nereden çıktı, menşei nedir, bunlara kim “vav, elif, A” dedi. Hiçbir çizgi, hiçbir harf bir topluma ait değil, hepsi birbiriyle etkileşim hâlinde. Herkes kendi kültürüne, medeniyetine göre küçük eklemeler yapıp değiştiriyor, kullanmaya devam ediyor. İki buçuk milyona yakın yazılı çizgiden bahsediyoruz. Bugün toplumu ikiye böldüğünüz zaman bir Latin, bir de -Islamic art derler- İslami kaligrafi var. Hemen hemen ikisinin üzerinde yoğunlaşıyoruz. Ermeni kaligrafisi, Japon kaligrafisi de var ama dünyada daha çok -bir yarış mı ya da çok kullanmadan kaynaklı bir talep mi desem- ikisi kullanılıyor. Hepsinin temeline inildiğinde bir çizgi görüyorsunuz. Çizgiyi kimi eğmiş, kimi bükmüş, kimi ona anlamlar yüklemiş, kimi bunu kutsallaştırılmış, oradan yolunu bulmuş gitmiş. Böyle iki buçuk milyon dil varken yazılı ve ben de bir taraftan bir imla, bir kaligrafiyi kullanıyorum. Bunun temeline vâkıf olmam lazım. Bunlar benim evrensel olmama zemin sağladı. Beni mabetten çıkarttı, duvarları yıktı, dünyaya bu şekilde bakmamı sağladı.
Batı’nın hat sanatını “kaligrafi” olarak okuduğunu bir kez daha hatırlatan Mağ, bunca iltifatın bir değerin, güzelliğin varlığına işaret ettiğini vurguluyor. Sahip olduğumuz değerin üstünün örtülmeye çalışılıp ondan beslenilmemesi kendisini evrensel ve aykırı olmaya itmiştir. Dünyaya bakarak evrenselliği yakalamaya çalışan Mağ için aykırı olmak da var olan hattatlık müessesesine bir tepkidir. Peki çizginin peşinden giden Mağ, duvarları yıkıp mabetinden çıktığında ne görür?
Çizginin çok güçlü olduğunu gördüm. Bu işi kutsallaştırmayıp o çizginin hikmetine, estetiğine varan herkesin yaşadığı coğrafyada, ülkede akım sahibi ve dünyanın en önemli sanatkârı olduğunu gördüm. Çünkü bu doneler önünde olan aklıselim insan evrensel olur ve çizginin peşinden gider. Hatta Picasso’nun hat sanatına ait nesih hattıyla yazıları salgın döneminde bir müzayedede iyi rakamlara satıldı. Picasso’nun bir görüşü vardır, hatıralarında da geçer. Picasso kaligrafinin gücünü ve estetiğini savunuyor. Diğer ressamlar “Olur mu efendim öyle şey. Kaligrafi dediğin nedir ki? Düz bir yazı, soyut resim gibi nasıl olur?” diyerek reddediyor. Picasso, beyaz bir tuval üzerine sadece “masa” yazıyor. Diyor ki bu “masa”yı okuduğunuzda geçmişte de günümüzde de gelecekte de aynı masa. Kaligrafinin böyle bir gücü var. Picasso, hatıratlarında “Bizlerin soyut resimde elde edemediğimiz zirveyi, Türkler kaligrafide elde etmiştir.” der.
Zülüflü elifi ben icat ettim
Sohbetimiz sırasında zülüflü elifi hat literatürüne kendisinin kazandırdığını söyleyen usta hattat, yazdığı besmeleyi satıp para kazanmasıyla ilgili gelebilecek eleştirilere de yine “aykırılığı”nı vurgulayarak cevap veriyor:
Şimdi “Hocam besmele yazıyorsunuz, elif yazıyorsunuz para kazanıyorsunuz, niye yazıyorsun, o zaman niye reddediyorsun?” diyeceksiniz. Talik yazıda zülüflü elifi ben icat ettim, hat literatürüne soktum. Talik yazıda böyle elif de yok, literatüre girdi.Buradan besleniyorum ama buna da bir katkım oldu. Artık zülüflü elif, Muhammet Mağ’ınolacak. Onu bana yaptıran neydi, yine aykırılığımdı. Aykırılığım nedir, sorgulamam. İlk yazılı kaynaklarda elif şöyle dümdüz, dikdörtgen bir çizgi. Ne estetiği ne ovalleşmeler var. “Elife zülüf koyuyoruz, bu zülüf nereden çıkmış?” dedim. Ölçü sistemini bize anlattılar; elif böyle olacak, zülfesini yaparken bunlara dikkat edilecek vs. derken bir detaydan bir deryaya ulaştım. Elifi güzeli, doğruyu anlatan kadına benzetiyorlar. Felsefesini öyle okumuşlar. O dönem zülfesi, kadının narinliğini anlattığı için o güzelliğe narinlik atfediliyor. Zülfenin kelime anlamı da o. Kökü zülüf, zlf. Bakın bana ait bir şey yok, sadece unutulmuş bir şeyi gün yüzüne çıkarıyorum ki zaten insana ait hiçbir şey yok. Bunu, talik yazıda bir besmele istifinde kullandım. Baktığınızda sanki insan suratından böyle zülüf akıyor. Şimdi bana ait ne var burada, hiç. Tasarım bana mı ait? Estetik hâle getirmek için küçük dokunuşlar yaptım ama var olan bir hazine vardı. Bu hazineden ben nasıl beslendim, kutsiyet atfetmeden. İşte aykırı tarafım bu, sorgulama tarafım.
Geleneğe bağımlı değil, bağlıyım
Mağ, sorgulayıcı yönünden çok beslenmektedir. Hikâyeye inanmaz, hiçbir şeyi direkt kabul etmez. Talik yazıda elife zülfe konulamayacağını söyleyenlere, geleneğimizde yok diyenlere rağmen o, imzasını atar. Eski sanatkârlar yapmadıysa Mağ’a göre bu, onların kabahati ve tembelliğidir. Eskide, gelenekte yok diye yeni tarzlar denemeyenlerin geleneğe bağımlı olduğu görüşündedir. Kendisi, toprağı üfleyip hazineyi ortaya çıkarmanın ve güzelin peşindedir. Bu da onu aykırı yapan diğer bir özelliğidir.
Geleneğe bağlıyım ama bağımlı değilim. Bağımlılık başka, bağlılık başka bir şey. Bağımlılığın adını bağlılık koyarsan problem, yeni bir şey üretemezsin. Aslında oradaki aykırı tarafım bu, üzeri toprakla örtülen şeylerin üzerindeki toprağı üfleyip açıp hazineyi sunmak. Yoksa insanların var olan düzenlerine, kişilik haklarına, atölyelerine ya da sanatçı kimliklerine bir hakaret değil. Ben güzelim peşindeyim.
Mağ’ı dinledikçe sanatın toplum için yapılması gerektiği görüşünde olduğunu gördüm. Yine de bunu, kendisine doğrulatmak istediğimde beklediğim cevabı verdi; sanat, toplum içindir görüşünde sabitti. Bugüne kadar hangi sanatçı yaptığı eserleri depolarında muhafaza etmişti ki? Bu sorunun cevabı sanatçılardaki görünür olma isteğini tek başına bile açıklayabilmektedir. Eserini bir yarışmaya gönderen ya da sergiye koyan sanatkâr, yaptığı işi göstermek istemekte, iltifat beklemektedir. Mağ’a göre görünür olma duygusunun bu kadar yüksek olduğu yerde “sanat, sanat içindir”i savunmak da pek gerçekçi değildir.
Sanatçı, toplumun beğenisini önemser, sosyolojisini okur, ona göre eserler üretir. Sadece güzel çizgiler çizmek, güzel tasarımlar yapmak, forumlar, biçimler bulmak değil; sanatçının bir görevi daha var. Buradaki sorumluluk da insanlığın faydasıdır, böyle bir vazifesi vardır sanatçının. Çünkü sanatçının bakış açısıyla normal insanın bakış açısı bir değildir. Ağaca normal insan gibi bakmaz. Oradaki ölçeklendirmeyi, renk armonisini görür. Ağacın bulunduğu konumun o coğrafya ya da o adaya yakışıp yakışmadığını, gerekli olup olmadığını ve doğanın ölçümlemesini de yapar. Onun bir gözü vardır, çok yönlüdür o kişilik. Siyasi ya da toplumsal hiç fark etmez, sanatçının görevi gördüğü yanlışları, çözüm önerisiyle beraber nefisleri rahatsız etse de paylaşmak durumundadır.
Mağ da görünür olmaktan ve eserlerine iltifat gelmesinden mutlu olduğunu kabul ediyor. Belki de bu sebeple “benim için amaç değil, araç” dediği sosyal hesaplarını aktif kullanıyor. Çünkü özellikle sergileri ve eserleriyle ilgili yaptığı paylaşımlar bir anlamda insanların yüz yüze görüşmelerine, eserlerini görmelerine ve kendisini tanımalarına bir “davet”.
Her insan takip ettiği sanatçıyla birebir tanışmak ve eserini görmek ister. Bunun için de öncesinde onu tanımak ister. Nasıl bir dünya görüşüne sahip, fikirleri nedir, dünyaya nasıl bakıyor, renkleri nasıl dizayn ediyor ya da çizgileri nasıl kullanıyor? Ben de paylaşımlarımı sergilerimin öncesinde insanlara tanıtma aracı olarak sunarım. Amacım takipçi sayımı artırmak değil; sadece sergi salonuna ya da eserlerime hazırlık yapmak. Güzeli hep beraberce daha fazla nereye yayabiliriz, hangi coğrafyalara götürebiliriz, derdimiz bu.
İnanç başka, sanat bambaşka bir şey
Son günlerde sanatta hakkaniyetli doğru algıyı nasıl oluşturabileceği, bu algıyı nasıl yönetebileceği üzerine kafa yorduğunu anlatıyor Mağ. Bunun çılgınca olduğunu ve tek bir kişinin bunu yapamayacağını kabul ediyor. Ama yine de toplumları yönetmenin, evirmenin, onlara aklındakileri empoze etmenin zorluğuna rağmen bunu kendisinin birgün başaracağına da inanıyor. Tam bu noktada özgüveni yüksek, aykırı ve sorgulayan bir hattat portresi çizen Mağ’a “Hattatların çoğunluğu kendilerini kâtip meleği zannediyor” sözünü hatırlatıp kendisini de kâtip meleği olarak görüp görmediğini soruyorum. İnancıyla işini birbirine karıştırmadığının altını çizerek “Hayır” diyor.
İnanç, benim okumalarımda Allah’la aramdaki bir akit, anlaşmadır. Onun bana gönderdiği bir şeyler var bunlara iman etmişim, inanmışım. Onunla köprüler kurmuşum, muhabbet etmişim. Bu benim özelim. İnsan özelini hiçbir zaman sokaklarda, afilli salonlarda ya da paranın çok olduğu yerlerde paylaşmaz. O, kişiye özeldir. Burada kastettiğim budur. İnanç başka bir şey, sanat bambaşka bir şey. Bir medeniyetin kültürünü, sanatını icra edebilirsiniz, bunda hiçbir beis yok. O kimliğinizle de var olursunuz ki ben öyle var oluyorum. Bir tarafım çağdaş ama Müslümanım ve Türküm. Bu tarafı sizi ilgilendirmez, sizi ilgilendiren eserlerimdir; beğenirsiniz beğenmezsiniz.
Hattatsınız diye ulema, seçkin insan değilsiniz
Allah’ın ayetlerini hat yazısıyla yazıp bunun insanlara şifa vereceğini söyleyenleri samimiyetsiz bulduğunu; yapılanın inancı pazarlamaktan başka bir şey olmadığını dile getiriyor Mağ. Maide suresinde geçen “Âyetlerimi az bir menfaat karşılığında satmayın.” ayetinin bahane edilerek bir dönem yüksek fiyatlara hatların satılmasını sert şekilde eleştirdiğini hatırlatıyor. Oradaki hikmetin başka olduğunu, hat sanatının kâtip meleği olarak sanılmasının hem sanata hem hattatlara büyük zarar verdiğini vurguluyor.Kendisinin de “Allah” yazdığını ama başka türlü yazdığını söylüyor.
Hat sanatının kâtip meleği olarak sanılması hem sanata hem hattatlara hem de sanatçı kimliğine en büyük zarardır. Nasıl bir zarar? Din, bütün toplumlarda çok güçlü bir argümandır. Siyasi lider olmak istiyorsanız o toplumun din argümanını kullanırsınız, şak diye lidersiniz. İş insanı olmak istiyorsanız o alanı kullanırsınız, büyük paralar kazanırsınız. Toplumları yönetmek istiyorsanız bu argümanı kullanırsanız, çok iyi yönetirsiniz. Bunlar bana samimi gelmiyor, yalın olmayı tercih ediyorum. Dinle, inancımla işimi birbirine karıştırmıyorum. Evet çizgilerimde var, “Allah” yazdığım zaman başka türlü yazıyorum. Onun orada tasarımını yapıyorum, daha büyük levhalar alıyorum, çizgilerle oynuyorum. Ama oraya tefsir yazmam çünkü o zaman bana ait olmayan bir şeyi, ayeti pazarlamış oluyorum. Ayet bana ait değil, onun sahibi var. Hatta daha da uç bir noktayı söyleyeyim: Kur’an-ı Kerim’i yazıp onu imzalayan bir merhaleye geldik. Zirvedeki ustalarımız bunu yaptı. İmzalayabilir, onun görüşünde o vardır ama rahatsızım, gerek duymuyorum öyle bir şeye. Benim yarattığım, benim meydana getirdiğim bir şey varsa -zayıf, değersiz, sanat açısından kıymetsiz ya da kıymetli olabilir, buna toplum karar verir- ona imzamı atarım. Bana ait olmayana atmam, onu pazarlamak için dini kullanmam. Bu röportajı dinleyen herkes vicdanıyla yüzleşsin. Kâtip meleği, kutsal bir insan değilsiniz. Hattatsınız diye ulema değilsiniz ya da seçkin bir insan değilsiniz, ressam gibi aynasınız. Bir heykeltıraş, bir tiyatrocu ya da sokaktaki insan gibi fark etmez siz de normal bir insansınız.Ürettiğinizle var oluyorsunuz, hattat olduğunuz için değil. Ayet yazdığınız için böyle ahlaklı ya da Peygamber noktasına gelebilecek bir psikolojiye vâkıf değilsiniz, sanatkârsınız. Bu kimliğinizle var olun. Para var, şöhret var, bunların hepsinin olduğu yerde siz böyle hissedemezsiniz. Kendinize en büyük zulmü yapmış olursunuz.
Hat, Türk sanatıdır
İmzasını taşıyan hattın şifa dağıttığını söyleyene de itirazı vardır Mağ’ın, hüsnühattı “süsleme sanatı, güzel yazı” olarak adlandırana da… Hat sanatının Türk sanatı olduğunu, bunu savunmanın da milliyetçilikle alakasının olmadığını ısrarla dile getiriyor. Bu görüşüyle birlikte “geleneksel sanat – gelenekli sanat” ifadelerine de karşı çıkıyor.
Hat, bir Türk sanatıdır. Bunun ırkçılıkla, faşizmle, milliyetçilikle alakası yok. Yahudi kökenli ailelerden alınıyor, o coğrafyada doğuyor ama bunlara estetik değerini veren, ölçü sistemini getiren, bunu mimari alanlara taşıyan, sanat eseri olarak kitaplaştıran ve levha hâline getiren Türklerdir. Her ne kadar Arap alfabesi olsa da imla onların olsa da Arap coğrafyasının bu sanata kattığı en ufak bir şey yok. Tarih orada, arşivler orada. Çinlininse Çinliye, Arabınsa Araba, Türkünse Türke, hak kiminse ona teslim edin. Bu yüzden “geleneksel”, “gelenekli” tabirlerine de karşıyım. Ama üniversite diplomamda “geleneksel Türk el sanatları” yazıyor. Böyle de çelişkiler içerisindeyiz. Bu kavramların içinde yorulmayalım. Türk resmi, Türk heykeli, Türk şiiri, Türk Edebiyatı gibi Türk Hat sanatı, Türk tezhip sanatı denen bir şey var. O “Türk”ü çıkartıp “İslam sanatı” dediğinizde ona da karşıyım. Bugün Pakistan’da tezhip yapılıyor. Yazı var mı, var. Orta Doğu’da bir yazı var. Tezhip yapılıyor mu yapılıyor. Şimdi bir Türk tezhibine bakın bir de onlara bakın, alakası yok. Şimdi kötü olan bir şeyi, genellemeyle hepsini çemberin içerisine koyduğunuzda bir problem vardır. Çünkü Türk sanatı başkadır, Çin’deki, Amerika’daki başkadır. Zaten bu başkalaşma rekabet getirir de bir pazar oluşturur. Bunda utanılacak bir şey yok, Türk sanatı, arşivlerde var. “İslam sanatı, güzel yazı” dediğiniz zaman var olan, sahip olduğunuz hazineyi basitleştiriyorsunuz. Böyle bir tabir de yok, “güzel yazı” ne demek? Yok! Sen ilkokul öğrencisine kalem tutmayı mı öğretiyorsun? Güzel yazı demek; yaklaşık on beş, on altı asırdır üzerinde durup bir yazıyı matematiğiyle beraber ölçü sistemine getirip resim sanatıyla, Avrupa sanatıyla yarışır hâle getiren ecdada, onca sanatkâra, heykeltıraşa, mimara, ressama en büyük haksızlıktır. Bu sana ait, başka bir coğrafyada yok, bu coğrafyada büyümüş gelişmiş. İstanbul icazetnamesi gündemini, sıcaklığını hâlen daha koruyor. Buradan alınmayan icazetin hiçbir ülkede kıymetiharbiyesi yok.
Sergiyi camide değil galeride açalım
Mağ; Türk hat sanatının güzel yazı ya da İslam sanatı şeklinde adlandırılmasına karşı çıktığı gibi sergilerin ibadethanelerde gerçekleştirilmesine de karşı. Twitter hesabından geçmişte paylaştığı “Ben hiçbir sergimi camide açmadım açmam da. Kutsal olan mekânlarda dünyevi işler, yetenekler, ifadeler yarıştırılmaz….” cümlesini kendisine hatırlatıp hâlâ aynı fikirde olup olmadığını sorduğumda o da cami deyince aklımıza neyin geldiğini soruyor. Mağ’a göre cami, Allah’ın evidir ve oraya ibadete, tövbe veya dua etmeye gidilir. Mağ, ibadethanelerde dünyevi işlerin konuşulmaması gerektiğini savunuyor. Eserleri ve sanatçı kimliğiyle camiye gidip orada sergi açanlara niçin karşı olduğunu da Mekke’nin fethinden sonra yıkılması emredilen Kabe’deki üç put üzerinden açıklıyor.
Sanatçı kimliğimle camiye gireceğim, camide galeri sistemi yok, ayakkabılarını çıkar sıkıntı çıkarma ayrı sıkıntı, şövale üzerinde eserler kendini hiç göstermiyor, getirip caminin içerisine istersen Allah’ın en güzel ayetlerini koy, olmaz. Neden olmaz biliyor musunuz? Satış var mı orada, var. İltifat var mı orada, var; beklersin. Belki de biriyle kavga edeceksin, makamını yukarı çıkartacaksın, güç var mı, var. Bunların olduğu yerde olmaz. Mekke fethedildiğinde Kabe’nin içinde üç tane put var. İsimleri “para güç ve otorite”. Kapı açılmadan ayet nazil oluyor, “yıkın o putları”. Allah bize, bu putları yıkın, diyor. Kabe de bir cami, mescit değil mi? Allah “yıkın” diye emrediyorken bu üçünün de en çok sevdiği ortama bunu nasıl yaparsınız? Eğer İslami açıdan yapıyorsanız problem, fıkhi açıdan yapıyorsanız problem, dünyevi pazarlama açısından yapıyorsanız tamamen facia. Çünkü orada iyi bir satış olmaz. Sanat kaygısıyla yapıyorsanız orası bir galeri değil. Bir kısma hitap eder diğer kısmı es geçer, toplumun geneline hitap edemezsiniz.
Mağ, sadece caminin namaz kılınan iç kısmında değil yapı olarak tamamında sergi vb. sanat etkinliğine karşı çıkıyor. Var olan galerilerle kültür merkezlerini adres gösterirken camilerin güç ve egonun yarıştırılacağı bir yer hatta ticarethane olmadığı hatırlatmasında da bulunuyor. Mevcut kültür ve sanat mekânlarını değerlendirmenin yanında sanat dünyasına yeni yerler kazandırılması gerektiğinin altını çiziyor.
Taksim Camisi denilince algı “Camide sergi” şeklindedir. İsterseniz caminin altında yapın. Çamlıca Camisinde de aynısı. Çamlıca’da da çok güzel sergi salonları yaptılar ama Büyük Çamlıca Camisi dediğin zaman algı ters işliyor. Camiler güçlerin, egoların yarıştırılacağı yerler, ticarethane değil. Bırakın camiler orada kalsın, sergilerimizi galerilerde, kültür merkezlerinde açalım. Yeni mekânlar oluşturalım. Eski binayı alıp o harabesinin içerisinde eserlerimizi sergileyelim. Bunlar bir sunumdur, pazarlama şeklidir, camiye gerek yok. Her sıkıştığınızda camiye niye gidiyorsunuz? Allah size zaten o imkânları vermiş ya da neden Allah’ı meşgul ediyorsunuz? Biraz da biz yorulalım. Oradaki felsefe bu sanatın dinden ayrışması aslında. Ne kadar dinsel de olsa hat sanatı, bir şekilde ayrışması lazım.
Camiler yerine halihazırdaki kültür – sanat mekânlarını işaret eden, yeni mekân fikirleri sunan Mağ, Anayasa’nın 64. maddesini de hatırlatıyor. Genç sanatçıların çoğu “Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır.” ibaresinden habersiz olmakla birlikte sanatlarını icra edebilmeleri için valiliklerin, belediyelerle büyük şirketlerin kendilerine karşı görev ve sorumlulukları olduğunun da bilince değildir. Öyle ki İller Bankası, belediyelere kültür – sanat çalışmalarında kullanılmak üzere ayrı bir bütçe bile aktarmaktadır.
Yeni gelen arkadaşlarımız kendilerini nerede ifade edeceklerini bilmiyorlar. Devlet tarafından verilmiş sana böyle bir hak var. Bir yere gittiğin zaman bir belediye başkanından, valilikten, holdingden, iş insanından bunu talep edebilirsin. Danışmanlık yaptığım belediyelerde gördüm; İller Bankası tarafından belediyelere kültür sanata aktarılması için nüfusu oranında bütçeler aktarılıyor. Kimse de bu hakkını bilmediği için o bütçe başka yerlere aktarılıyor. Belediye, size bir sergi açar, bir kokteyl verir -toplasan üç beş bin lira- ama sizin telifiniz, eser alımı vs. o fatura şişer. Sanatçınınsa bundan haberi yoktur. Bir katalog ve bir kokteyle ikna edilir. Aslında devlet bu hakkı veriyor size. Siz hakkınızdan haberdar değilseniz bir şey istemeye de hakkımız yok.
Hattat – müzehhib Muhammet Mağ. Hangi kelimenin nasıl bir sihri olduğunu yıllar sonra keşfeden; kelimenin, harflerin etkisini kırk yaşından sonra öğrenen bir usta. Köklerinin farkında ve nerede durması gerektiğini iyi bilen hem söz hem kalem ustası. Şüphesiz çok daha fazlası. “Doğu’nun yedinci oğlu”nu; plansız kesişen yolumuzun, önceden proglanmamış söyleşimizin sonunda ben de “hattın ve tezhibin aykırı oğlu” olarak tasvir etsem sanırım yanlış olmaz. Sanattan ve hayattan konuşacak daha çok konumuz olduğuna inanıyorum; elbette kendisinin, Türk sanatına zülüflü elif gibi özgün yenilikler katmaya devam edeceğine de…