musannat

Ömer Faruk Dere: Uslanmaz Arlanmaz Bir Soyut Sevdalısıyım

Söyleşi: Beyza Çolak

Musannat olarak sanatçı söyleşilerimize Ömer Faruk Dere’yle devam ediyoruz. Hat ve ebru sanatı alanında çalışmalarıyla tanınan, üç bine yakın mezar taşını envanterleyen ve bunları yayın hâline getiren, yurt içi ve yurt dışında çok sayıda eseri bulunan sanatçıyla, soyut ve somut sanat başta olmak üzere günümüz sanatı, sanatın bir sonraki adımında neler olacağına dair konuştuk.

Sanatın size öğrettiği en önemli şey nedir?

Sanatın bana öğrettiği en önemli şey sabır ve sonsuzluğu koklamak. Sanat görünmeyeni görünür kılma çabası. Dolayısıyla biz sanatçılar bu dünyada kimsenin daha önce görmediği şeyler yapmaya hevesli insanlarız. Kâğıtta, boşlukta kimsenin görmediği şeyleri görmeye çalışan biriyim, bu bir sonsuzluk tutkusu aslında. Çünkü yaratıcımız sonsuz ve biz sonsuzluktan gelip öldükten sonra tekrar sonsuzluğa gideceğimize inanıyoruz. Dolayısıyla bu ruha, bu beden dar geliyor, sığamıyoruz.

Sanatçı derdi olan insansa sanatçı olarak sizin derdiniz ne?

Benim derdim sürekli soyutun peşinden koşmak. Ben uslanmaz arlanmaz bir soyut sevdalısıyım, bunu yakalamak için her türlü muzipliği de yapmaya hazırım.

“Somut sanat yoktur” diye bir açıklamanız var. Buradaki somut ve soyut kavramı tam olarak nedir?

Duyu organları ile algılanabilen varlıklar somut olarak ifade edilir. Soyut; dış dünyaya bağlı kalmadan sanat üretmektir, görünmeyeni görünür kılmanın en etkili yollarından biridir soyut sanat. Somut sanat var olan bir nesneyi resmetmek ya da var olan materyalden görünür, elle tutulur, fonksiyonel bir sanat üretmektir.

Somut sanata; mimari, taş işçiliği, ahşap işçiliği, sedef kakma, çini, desen sanatları örnek verilebilir. Soyut sanatlar, sanatların zirvesidir ve sanatları soyuttan somuta doğru sıralamamız gerekirse soyut sanatın zirvesinde; hiçbir şekilde elle tutulamayan, gözle görülemeyen musiki geliyor. Müziğin ilahi kaynağa en yakın sanat olduğunu düşünüyorum.

Elest bezmi’nde Allahu Taâlâ bizim ruhlarımızı yarattığı zaman “Elestü bi Rabbiküm” dedi. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” dediğinde biz bütün ruhlar olarak o sesi duyduk. Yani biz varlık âlemine düştüğümüz anda ilk fiilimiz duymak oldu. Dolayısıyla duymak görmekten üstündür, önce duyduk, sonra söyledik ondan sonra gördük, tattık, dokunduk.

“Geleneksel sanatlarda en soyut sanat hat sanatıdır”

Müziği böyle tanımlarsak müzikten sonra en soyut sanat, hat sanatıdır. Hat sanatı dış dünyaya hiçbir şekilde bağlı kalmadan sanat üretilebilen mükemmel bir sanattır. Bugün hat sanatındaki hangi harfi dış dünyadaki bir nesneye benzetebilirsiniz ki? Hiçbir şeye benzemez. Tamamen soyut şekiller üzerinde hareket eder. Bu yüzden de musikiden sonra geleneksel sanatlarımızda en soyut sanat, hat sanatıdır. Sonra tabi aşağı doğru desenlerle üretilen sanatlar tezhip, cilt, çini, halı-kilim, kalem işi, mezar taşlarındaki desenler, bunun içine dâhil olabilir. Daha sonra somut sanatlar; ahşap oymacılığı, taş işlemeciliği, en somut olan mimari. Bir medeniyeti anlamak için önce mimariden başlamak gerekir çünkü insanoğlu somut olanı çok hızlı kavrar, oradan daha soyuta doğru ilerler ve soyuta ulaşabilmek, soyutun peşinden koşmak somutun peşinden koşmaktan çok daha zordur.

Yeditepe Bienalinde “Bağ” isimli enstalasyonlar da iki boyutlu hat sanatını üçüncü boyuta taşıdınız ancak bütün İslami sanatların iki boyutlu olduğunu, üçüncü boyutla ilgilenmediğini söylüyorsunuz. Bağ adlı çalışmanız üzerinden bunu teknik olarak nasıl açıklarsınız?

Orada bir üçüncü boyut yoktu aslında. Orada iki boyutlu hat sanatındaki harflerin, üç boyutlu olsa da yine soyutluğunu kaybetmediğini ortaya koymaya çalıştık. Optik olarak belli bir açıdan bakıldığında bütün harflerin soyut olarak, iki boyutlu kâğıt üzerindeki ilişkilerini üçüncü boyutta da devam ettirdiklerini tespit ettik. Bu, onun bir denemesiydi. Harf heykeli yapmak değildi oradaki maksat. Harfler üçüncü boyutta da kendi kalem kalınlıkları kadar bir derinlik kazandıklarında da soyutluklarından bir şey kaybetmiyorlardı. Dolayısıyla harfler arasındaki ve kâğıt üzerindeki “Bağ”ın üçüncü boyutta da aynı soyutlukla devam ettiğini ortaya koydu.

Sizce hat sanatının geldiği son nokta bu mu? Üç boyutlu çalışmaların devamı gelecek mi?

Üç boyutlu çalışmalar tabii ki yapılabilir. Hat sanatı bütün çağlar boyunca ve bundan sonra kıyamete kadar her türlü sanat ihtiyacına mükemmelen cevap verebilecek yegâne sanattır. Neye ihtiyacınız var, trend üçüncü boyut mu? Hat sanatı üçüncü boyutu fevkalade yerine getirir. Trend nedir NFT midir? Hat sanatı mükemmel NFT’ler ortaya koyar. İlerleyen zamanlarda başka bir trend mi çıkacak, hat sanatı ona da cevap verecektir. Hat sanatının cevap veremeyeceği hiçbir sanat trendi yok, o yüzden biz hattatlar başka bir sanatla tatmin olamıyoruz. Yani buna diğer sanatkâr arkadaşlarımız belki alınabilirler, kırılabilirler ama onları kırmak için söylemiyorum veya küçümsemek için söylemiyorum, hat sanatının gücünü ifade etmek için söylüyorum.

Neye ihtiyacınız varsa sanatta, hat sanatı bunun hepsine cevap verebilir; yeter ki bunu yapmayı bilelim.

Tabii ki denemeler yapılacak ama yaptığımız şeyin nereye oturduğunu bilmemiz için temel sanat eğitimine ihtiyacımız var. Bizim geleneksel sanatlarda eksiğimiz bu, son yıllarda biraz daha oturdu ama geçmiş yıllarda daha fazlaydı. Çünkü neyin sanat olup neyin sanat olmadığını ancak temel sanat kurallarıyla tespit edebiliyoruz. O yüzden hat sanatında da hattatlarımızın mutlaka temel sanat bilgisine sahip olması gerekiyor.

“Günümüzün sanatını üretme gayreti içinde olmamız gerekir” sözünüz var. Bu sözünüzden yola çıkarak İslami sanatların günümüzdeki hâlini nasıl değerlendirirsiniz?

Sorgulama yapmamız gerekiyor; biz hattatlar dünün bize bıraktığını kopyalayarak yarına mı taşıyoruz, yoksa dünün bize getirdiği birikimi bugün kendi içimizde yoğurarak bu anın sanatını yapıp yarına mı bırakacağız? Yarına ne bırakacağımızın derdindeyiz aslında. Ben ikincisinden yanayım, sanat yaşanmışlığı anlatır. Oysaki biz özellikle klasik formların sürekli tekrarlanmasıyla bir özlemimizi gidermeye çalışıyoruz, bu özlem giderildikten sonra gerçek manada günümüzün sanatının üretileceğini göreceksiniz.

Hâlâ o özlem bitmedi. Artık özlemin de ötesinde bizim için geleneğimizin, dini değerlerimizin remzi olmuş durumda. Hat sanatını dini değerlerimizin remzi olarak görüyoruz ve bu yönelimle yoluna devam ediyor. Gerek toplumda gerek hat sanatçısı nezdinde bu motivasyonla devam ediyor. Dolayısıyla bu motivasyon yine devam edecek. Biz güzel bir istif yaptığımızda aslında kendimizi geçmişin gül bahçeleri içinde hissediyoruz.

Yarına kalacak kalsın, buna bir itirazım yok ama bunun yanında bugünün ıstırabını, bugün karmaşasını, bugünün keşmekeşliğini anlatmalıyız. Mesela bugünün rengi nedir diye sorsam size ne cevap verirsiniz? Ben rahatlıkla söyleyebilirim, çamur rengi. Tam bir karmaşa, iç huzuru olmayan bir çamur rengi. O ıstırabı, o kargaşayı, o çatışmayı anlatabilecek eserler üretmeliyiz veya günümüz insanının idrakine yönelik işler üretebilirsek onlar yarın daha çok değerlendirilecek. Bunun somut bir örneğini vereyim: Rahmetli Emin Barın’ın işlerine bakın, dönemindeki ıstıraptan kaynaklanıyor. Çünkü onun döneminde klasik manada bir yazının asılması, bir yazının görülmesi, Arap harfleriyle, İslami harflerle, eski yazıyla bir şeylerin yazılıp çizilmesi zinhar yasaktı. “Allah” demenin yasak olduğu bir dönemde o ıstırabın içinde kendine bir yol bulmuştu Emin Hoca, o açıdan benim için çok kıymetlidir ve yaptığı işler de çok kıymetlidir.

Günümüz sanatçıları, ecdadımızın klasik sanatları üretirken sahip olduğu değerlerin ne kadarına vâkıf?

Farkında olmak zorundayız, çünkü biz o değerleri temsil edecek eserler üretiyoruz ve ona göre davranmak durumundayız. Ben çok farkında olunduğunu düşünmüyorum açıkçası ve bu farkındalığı artırmak ancak medeniyetimizi anlayabilmekten geçiyor. O değerlerle donanmamız gerekiyor ki ruhu kaybetmeden formu değiştirebilelim, değişik formlarda eser üretelim. Eğer ruhu bilemez, klasik hattımızı oluşturan değerleri iyi anlayamazsak bugün yapacağımız işler yoz kalır ve değerlerimizi temsil edemez.

O açıdan özü muhafaza etmek gerekiyor; hep söylediğim şey bu, özü anlamak medeniyetimizin özünü anlamak… Bizim medeniyetimizin özü tevhit medeniyetidir, her şeyi birlemektir. Her şeyi birleyerek yaşamaktır. Eğer bunu anlayamazsak rüzgârın önündeki bir yaprak gibi savruluruz, trend ne tarafa doğru giderse biz de onun peşinden gideriz. Bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ama yaptığımız şeyler yoz kalıyor ve yarına günümüz Türkiye’sinin Müslüman hattatının ürettiği, sır olarak kalmaz. Bu çok önemli bir nokta, öğrencilerime bunu anlatmaya çalışıyorum ama bunu anlayabilmenin yolu medeniyetimizi öğrenmektedir, medeniyetimizi öğrenmenin yolu da onun şifrelerini çözebilmek. O şifrelerin başında dil geliyor. Mutlaka dil öğrenmeliyiz. Yani Osmanlı Türkçesini çok iyi öğrenmek, bir hattatın Osmanlı Türkçesi bilmesi çok büyük avantajdır. Şart mıdır, değildir ama çok büyük avantajdır ve medeniyetimize ait okumalar yapılması gerekiyor -ki günümüz anlayışı ile onu yoğurup yine tevhidi esasa dayanan başka eserler üretebilen yeni ürünler, yeni eserler, yeni tasarımlar, yeni denemeler yapabilelim. Yapan arkadaşlarımız, hocalarımız var sağ olsunlar ama sanat nosyonu oturmuş olarak yapabilen sanatçı sayımız maalesef çok yok. Bu konuda kendimizi eleştirmeliyiz. Sanat nosyonu oturabilmesi için eğitime çok ihtiyaç var.

Az önce bahsettiğim gibi temel sanat eğitimine çok ihtiyaç var. Neyin sanat neyin sanat olmadığını tespit edebilecek yeterliliğe sahip olabilmemiz gerekiyor.

Sanatınızda en önemli yol haritanız kim?

Hat meşkine Hüsrev Subaşı hocamla başladım ama doksan altı senesinde Mehmet Özçay hocamla hat meşkine devam ettik, sıfırdan başladık. Özçay hocamızı hemen en başa yazmamız lazım, hattı ondan öğrendim. Allah ömrüne bereket versin. Klasik bir hattat olmasına rağmen yeniliği aramayı seven bir yapısı var. Başka hocalarımız da oldu, ebruyu Hikmet Barutçugil hocamdan, kaligrafiyi Savaş Çevik hocamdan öğrendim. Etkilendiğimiz hocalarımız da oldu, onların başında Sadettin Ökten hocamı saymam lazım. Hâlâ öğretiyor ve çalışıyor. Medeniyet tasavvuruyla, medeniyet okumalarıyla bize gösterdiği yol; şahsi sohbetleriyle, yayımladıklarıyla, konferanslarıyla bizler üzerinde çok etkisi vardır.

“Çağdaş olabilir ama modernlik bizim için uygun değil, özellikle hat sanatının modernite diye bir derdi olmaz” diyorsunuz bunu detaylandırır mısınız?

Modernite Avrupa’da klasiğe başkaldırı olarak ortaya çıkmıştır. Bütün kuralları yıkan, bakış açısını tamamen değiştiren, her şeyi yapılabileceğini iddia eden bir akım olarak ortaya çıkmıştır. Modernlik, modernite ve modern sanat klasiğe başkaldırıdır. Oysaki hat sanatında klasiğe başkaldırı gibi bir şey söz konusu değildir.

Gelenekte devamlılık vardır, formlar değişebilir ama o geleneği oluşturan öz değişmemelidir. O yüzden de “modern hat” tabirini çok doğru bulmuyorum.  Onun yerine “özgün hat”, belki “çağdaş hat” gibi terimler bulunmalı veya terimler üretilmeli. Bu konuda da terminoloji noktasında hâlâ eksiklerimizin olduğunu söyleyebilirim. Biz buna “özgün hat” demeyi daha uygun bulduk. Bir sergide üzerinde çok tartıştık ve işin içinden çıkamadık. En iyisi özgün hat diyelim, dedik. Özgünlük sadece klasiğin dışında yaptığımız formlar mı? Hayır, klasikte de yeni bir tasarım yaparsınız, yeni bir düzenleme yaparsınız ve klasikte o da özgün bir tasarım olur, özgün hat olur ama en azından meramımızı daha iyi ifade ettiği için biz buna özgün hat dedik. Belki buna daha farklı bir terim bulunmalı veya tartışılmalı. Yani klasik devam ediyor, o kervan kendi içinde yürüyor ve yürümeli çünkü klasiğin bize sunduğu ölçülendirme, klasiğin bize sunduğu denge mükemmel bir denge ve o klasiğin dengesini alan bir hattat başka hiçbir dengeden keyif alamıyor. Yapacağı özgün çalışmalarda da o dengeyi kullanarak, zaten o mükemmel dengeyi kullanarak yeni ürünler, yeni tasarımlar yapıyor. Dolayısıyla klasik kendi içinde olmalı, olacak, o eğitim mutlaka olacak. Özgün çalışmaları onun bir adım ilerisi olarak düşünebiliriz açıkçası ama dediğim gibi modern kavramı hat için çok uygun değil. Bu tamamen benim kanaatim; hüküm bildirmez, sadece bir kanaat bildirir.

“Sır” yazan kaligrafi çalışmanızı paylaştığınızda fotoğrafta “Bu, kalemin mi boyanın mı yazanın mı yazdıranın mı sırrı?” diye soruyorsunuz. Kaligrafide ortaya çıkan eser sizce tam anlamıyla kimin sırrı?

Valla zor bir soru. Hazreti Mevlâna “Yazan eli görmeyen onu kalem yazdı sanır” diyor. Hazreti Mevlâna’ya atfedilir bu söz. Burada yine daha itikadî bir meseleye, irade bahsine gidiyoruz. İlahiyat konularına sokacaksınız beni, kelam konusuna gireceğiz. Yani irade, külli irade, cüzi irade meselesine giriyoruz. Bizler cüzi irademizle bir şeyler yapıyoruz ama onu yapanın, o işi eyleyenin Allah olduğu bilinciyle hareket etmek gerekiyor biz inananlar için. O açıdan o sır hâlâ çözülebilmiş değil. Kendime de soruyorum aynı sizin sorduğunuzu. Yani bu sır kimin sırrı? Hadi buyurun bakalım, yani bu sırrı çözebilen varsa beri gelsin.

Hat sanatında şive nedir neyi kastediyorsunuz?

Şive, aksan demek, şive yazanın kendinden kattığı, kendine ait farklılıklar, geneli değiştirmeyen, bütünü değiştirmeyen ama çok detayda “evet, bu şuna ait” diyebileceğimiz çok küçük farklılıklardan bahsediyoruz. Bu da tıpkı bir DNA gibi, herkesin DNA’sının farklı olması gibi, herkesin el yapısı birbirinden farklı. Herkesin koyduğu noktanın açısı birbirinden farklı. Sıfır nokta beş derece yukarı, bir derece aşağıya ve o kalem tutuşuyla oraya kadar, oradan bile etkilenebilecek bir farklılık ortaya çıkıyor.

Buna da hat sanatında şive deniyor, yani kişinin kendine ait. Herkesin el yazısı birbirinden farklı değil mi? Oysaki herkes aynı harfleri yazıyor. Bütün öğrencilerime aynı alfabeyi ya da aynı elifbayı öğretiyorum. Sağdan sola, soldan sağa her ikisini de öğretiyorum ama hepsi birbirinden farklı. Hepsine “a” yaptırsam hepsinin “a”sı veya hepsine “elif” çektirsem ölçüleri doğru, yönü doğru, açısı doğru, kalem açısı doğru ama hepsinin duruşu birbirinden farklı. İşte bu şive oluyor. Bir de satıra dizerken herkesin kendine ait, kendine has bazı özellikleri oluyor ve bunlara hat sanatında şive diyoruz. Bu şivenin muhafaza edilmesi tamamen meşk esnasında gerçekleşiyor. Hocanın kendini klonlamaması lazım öğrencide, şivenin muhafaza edilebilmesi için. Hocanın birebir kendisini klonlayacak açıdan “bak evladım, bak arkadaşım, bak kardeşim bu böyle yazılır.” Gibi telkinlerde bulunmaması lazım. Bunun ölçüsü doğru yapıldığı sürece bu doğrudur.

“Öğrenciyi kurallar içinde serbest bırakmak gerekli”

Öğrenciyi kurallar içinde serbest bırakmak gerekli diyerek onun kendi şivesini muhafaza edecek şekilde meşgalin yürümesi lazım ama özellikle bazı hocalarımızın da kendisini birebir klonlattığını görüyorum. Bu sadece hat sanatı açısından değil, diğer sanatlar için de tezhip için de minyatür için de böyle. Yani sanat eğitimi, kuralları öğretmek ve öğrenciyi o kurallar içinde serbest bırakmaktır aslında. Eğer siz o kuralları öğretir ve daireyi kendi dairenizde sınırlı tutarsanız öğrenci gelişemez. Bu çok önemli sanat eğitiminde. O açıdan da biz kuralları öğretmekle mükellefiz ama kendi içinden gelen veya kendine ait özellikleri öğrenci yazıyorsa, yapıyorsa onları da muhafaza edecek tedbirleri, hissettirmeden ve usulüne uygun güzel bir üslupta onları muhafaza etmeliyiz diye düşünüyorum. Eskilerimiz bunu yapmış, bizim problemimiz eskiler kadar cesur olamamak.

Bizim problemimiz özellikle hat sanatında, şimdi yavaş yavaş onları kırdık hamdolsun ama özellikle geçtiğimiz dönemlerde cesaretimizin şimdiki kadar olmamasıyla alakalı. Geçmiş ustalarımız, üstatlarımız inanın bizden, şu andaki cesaretimizden çok daha cesurlardı. Hiçbir şeyden korkmadan gayet kendilerinden emin bir şekilde çalışıyorlardı. Bu da bir örselenmenin neticesidir, yani biz örselenmiş bir medeniyetiz maalesef. Örselenmiş bir medeniyetin çocuklarıyız.  Dolayısıyla kendimize gelmemiz zaman alacak ama bir yerde kendimizi bulacağız ve devam edeceğiz, buna inanıyorum.

Cesaretten kastınız öğrenciyi kendi üslubunu ortaya koyması konusunda serbest bırakamamak mı?

Doğrunun tek olduğuna inandırır öğrenciyi oysaki doğru tek değildir, hele sanatta tek doğru yoktur. Mükemmel örnekler vardır, o mükemmel ölçüleri öğreterek, mükemmel örnekleri önümüze koyarak öğrencinin yazmasını sağlayabilirsiniz. Ama “bu böyle olmadı, bunu böyle yazacaksın, aynısını yapacaksın” demek yerine “bunu böyle yaparsan kurallara uygun, daha güzel bir şey çıkabilir” gibi yönlendirmek gerekiyor. Hocanın kendini klonlamaya çalıştığına şahit oluyorum, bu şiveyi öldürüyor; şivesiz yazılar da frezeden, torna tezgâhından çıkmış gibi oluyor.

Vektörel çalışmalar şimdi tamamen şiveyi öldürmüş durumda, yazı yazmak yerine bilgisayarda desen olarak kompoze ediyorsunuz. Oysa kâğıt sanatı öyle değil. Sami Efendi’nin her bir terfili, her bir tırnağı birbirinden yüzde bir bile olsa farklı. O yüzden güzel geliyor gözümüze. Bu kadar mükemmelleştirmesine rağmen insan hatası var, bilgisayar o insan hatasını sıfıra indiriyor. Bu lezzeti, bu keyfi öldürüyor. O açıdan hattatın onu yazar pozisyonda olması lazım. Bilgisayarı cetvel, pergel gibi alet olarak düşünmesi gerekir. Hata buradan kaynaklanıyor. Bilgisayar zamanı kısaltan bir araçtır ama şiveyi öldürmemesi için hattatın her elifi özel çekmesi ya da en azından on tane elif kullanacaksa dört beş tane çekip onları farklı kullanması, yani o çeşitliliği sağlaması gerekiyor.

“Geleneksel sanatlarda alınacak çok yol var”

Bunlar hat sanatımızda biraz sıkıntılı mevzular. Bilgisayarın kullanımına yönelik çalıştaylar yapılması lazım. Şiveyi, lezzeti, keyfi öldürmemesi için neler yapılmalı bunları konuşmak gerekiyor. Çünkü teknikten sonuna kadar istifade edeceğiz, teknik ne kadar gelişirse sanat o kadar hızlanıyor, üretim o kadar hızlanıyor ama o hızlanırken eski hattatlarımızın yazdıklarına baktığımızda o hissettiğimiz iç huzuru şimdiki bilgisayar ortamında ürettiğimiz işlerde -ki biz de kullanıyoruz hepimiz kullanıyoruz- aynı keyfi, aynı lezzeti bulamıyoruz. O iç huzurunu bulamıyoruz, o iç huzuru sağlamak o insan hatası ile oluyor. Müzikte de bu vardır. Esleri vururken dijital bir ritim ile perküsyon ustasının vurduğu ritim arasında algı açısından, size geçen his açısından çok büyük fark var. Tekno müzik dinlemeye başladıktan üç dakika veya on dakika sonra çıldırasınız geliyor. Ama bir perküsyon ustası arkada çaldığı zaman saatlerce çalsın siz dinleyin hiç sıkılmazsınız, aynı bunun gibi bir durum.

Geleneksel sanatlarda alınacak daha çok yol var. Bu alınacak yolda tabii ki etkilenmeler olacak ama özellikle geleneğimizi oluşturan özden kopmamak ve onu anlamakla özgün çalışmaların oluşabileceğini düşünüyorum. Bunun için de bütün sanatkârlarımızın gayret sarf etmesi gerekiyor. Esinlendikleri, etkilendikleri ufak tefek şeylerden bir şeyler yapmaya çalışıyorlar, görüyorum, farkındayım. Sosyal medyadan bir şey görüyor çünkü hepimiz birbirimiz takip ediyoruz, ondan esinlenip “Ben bunu buraya adapte edebilirim, güzel olur” diyor. Tamam  olur da bu, senin değerini, gelenekten gelen değerini taşıyor mu? Onun üzerinde o görünüyor mu ona dikkat etmek lazım. Özgün olmak çok çok önemli.

Exit mobile version