Türk mimarlık ve sanat tarihinin en büyük isminin vefatının 434. yıl dönümünde, Prof. Dr. Selçuk Mülayim’in Mimar Sinan’ın Mezarında Teşhis-i Meyyit isimli makalesiyle yolum kesişti. Doğan Kuban’ın “Türk olmayan her şeyi reddetmek ve belli bir devreden sonra her şeyi Türkler’in getirdiğini söylemek Türk sanatını anlamak için hiçbir kolaylık getirmemiştir.” alıntısıyla başlayan makalede, gerçekleştiği dönem çok ses getiren Sinan’ın mezarının açılma süreci ayrıntılarıyla ele alınmakta. Makalenin satırları arasında ilerledikçe, Sinan’ın kabrinin birkaç kez açılması ve mezardan alınan kafatasının nerede olduğunun bilinmemesi gibi ayrıntılar karşısında hayrete düşerken, yaşanan olaya dair aklımı meşgul eden soruları Sayın Mülayim’in kendisine sormak istedim. Söyleşi teklifimi büyük bir nezaketle kabul eden Selçuk Mülayim’e makalesinin can alıcı noktalarını okudum ve kendisinden satır aralarını detaylandırmasını rica ettim.
Mimar Sinan’ın Türk olmadığına dair koparılan fırtına
Osmanlı Mimarı Sinan üzerinde önemli araştırma ve çalışmalara imza atan Mülayim makalesinde, onun mimarlık tarihindeki yerinin asla tartışılmamasına rağmen etnik kökeniyle ilgili tartışmaların her türlü spekülasyona açık olduğuna dikkat çekiyor ve “…anlamlı bir siyasal duyarlık yaratmak üzere, Sinan’ın kimlik kökeni hep tazelenerek gündemde tutulmuştur.” diyor. Sinan’ın Türk olup olmadığına dair tartışmanın sadece son yüzyıla has olmadığını, onun yaşadığı dönemden itibaren birkaç yüz yıl devam ettiğini öğreniyoruz. Peki, eserleriyle dünyaya nam salan usta mimarın hangi ırka mensup olduğu, her türlü spekülasyona niçin özellikle açık tutuldu?
Selçuk Mülayim, “Böyle bir adamın İslam dünyasından, özellikle Türkler, Osmanlılar arasından çıkmış olma ihtimali yoktur. Yapmış olduğu iş, gerçekten büyük iştir. Bu büyük işleri bu adamlar yapamaz. Ancak ve ancak onlara benzemeyen; ırk, köken olarak onlardan olmayan birinin yapmış olması gerekir. O sebeple Sinan Türk değildir diyebiliriz.” mantığı üzerinden ilerlendiğini söylüyor.
Sinan’ın Türk olmadığını iddia edip Avustralyalı, Macar, Acem veya Bosnevî olduğunu öne sürenler olur. Mülayim’in söylediğine göre “Hatta Hırvat, Slav gibi çeşitli milletlere mensup olduğunu söyledikten başka, biri de çıkıp Bulgaristan’da bir gazetede, Bulgardı” iddiasını ortaya atar. Sinan’ın etnik kökenini sahiplenenler arasında Ermeniler de vardır. Selçuk Mülayim, bu sahiplenmeyi makalesinde “Türkiye’de ve Türkiye dışında yaşayan Ermeni cemaatine mensup bazı kişiler, Sinan’ın, sorgusuz-sualsiz ve behemehâl Ermeni olduğunu cansiperane ileri sürmek zorunda olduklarını düşünmüşlerdir.” sözleriyle vurgular. Peki, o dönem ne oluyor da Ermeniler kendilerini, Mimar Sinan’ın Ermeni olduğunu ileri sürmek zorunda hissediyorlar?
“Gözü kara bir mezar hafriyatı”
Mülayim’e göre bütün Ermeniler olmasa da birkaç Ermeni, bu söylemlerde bulunuyor. Bunun sebebini de “Bir defa Ermeniler, Rumlar gibi değil. Büyük çoğunluk olarak hâlâ Anadolu’da yaşıyorlar. İstanbul’daki Ermeniler’in dahi birçoğunun köken olarak Anadolulu olduğunu bilmemiz lazım. Dolayısıyla geldiği yer Tokatlıyan, Vanlıyan şeklinde Ermeniler’in soyadına geçmiş.” sözleriyle bağlıyor ve Ermeniler’in bu mantık üzerinden “Dolayısı ile mademki şu kadar zamandır Anadolu’da yaşıyoruz, kendisinin gayrimüslim olduğu da söyleniyor, niye Rum olsun ki? Biz onlardan daha fazla iddia etme hakkına sahibiz. O Ermeni’dir.” iddiasını savunduklarını anlatıyor.
Söz konusu etnik köken tartışmaları çağları aşar ve “neredeyse bir mimarlık okulunu beraberinde taşıdığı bedeni”nin toprağa verilmesinin üzerinden 347 yıl geçmesine rağmen mezarı bu iddiaların gölgesinde açılır. Selçuk Mülayim, sırf “Sinan Türk mü değil mi?” sorusunun cevabı için mezarın açılmasını makalesinde “Ölülere, özellikle ulu kişilerin yattığı kabirlere saygı duyan bir toplumu bugün bile şaşkına çevirecek bu girişim, bir Romalı iskeletine yönelik olmayıp, büyük mimarımızın antropolojik bakımdan da Türk olduğunu kanıtlamak üzere yapılmış gözü kara bir mezar hafriyatı idi.” şeklinde yorumlar.
Mimar Sinan’ın şaheserlerini nasıl yaptığından daha mı önemlidir etnik kökeni ki “kemikleri toprakta eridikçe ismi büyüyen” ustanın kabri, hiçbir engellemeyle karılaşılmadan öylece açılıverir?
“Bu, bir saldırıdır“
O dönem bu konu üzerinde inanılmaz bir baskı ve zorlamanın olduğunu söylüyor Mülayim; “O kadar büyük bir baskı var ki… Hiç tereddüt etmeyin, o sizden biri değildir, şeklinde iddialar yükseltildi.” sözleriyle bir Müslümanın mezarının kazma kürekle durduk yere açılmadığını anlatıyor.
Özellikle 1930’lu yıllarda Türkiye’de böyle bir şey söz konusu olmamasına rağmen dünyada ırkçılığın çok hâkim olduğunu hatırlatıyor Mülayim: “İşte buradan hareket ettikleri için bütün dünya aydınlarının bir kısmı ya da bu niyetle yola çıkanlar Türk tarihinde de önemli bir isim olarak öne çıkan kişinin Türk olmadığını, o sizden değildir, o başkalarındandır, sizin onu anmaya, kutlamaya, onunla övünmeye hakkınız yok demeye getiriyor. Övünmeye hakkınız yok, o sizin değil. E kimin peki? Bu, bir çeşit saldırıdır.”
Bütün bu söylem ve iddialar üzerine atılan ilk adımı “bu öfkeyle olacak Ankara’da Türk Tarihi Araştırma Cemiyetiüyeleri 1935’te yola düştüler ve bu işi yaptılar. Açalım bakalım, madem öyle kafatası dedikleri gibi Türk kafataslarının dışında bir şey mi? dediler. Ölçüler biçiler yapıldı.” sözleriyle anlatıyor Selçuk Mülayim. Peki mezarın açılmasına hiç mi tepki gösteren olmadı, diye merak ediyorum.
Sinan’ın mezarı açılmasa da olur muydu?
“Tepki de aynı şiddetle oldu.” diyerek merakımı gideren Mülayim, mezarın açılmasının tartışmaların son bulmasına sağladığı katkıyı “Bu mezar açılmasa da olur muydu? Belki olurdu ama bu çok daha etkili oldu. Çünkü mezar açıldı, kafatasını inceleyen Şevket Aziz Kansu dedi ki Sinan Türk. Kafatasından bu apaçık belli.” sözleriyle dile getiriyor.
“Mimar Sinan, çok büyük bir yeryüzü tasarımcısı“
Mimar Sinan’ın hangi ırktan olduğunun niçin bu kadar çok tartışıldığını ve bu etnik köken tartışmasının neden özellikle Sinan’ın etrafında odaklandığını soruyorum Mülayim’e. Bütün Osmanlı büyükleri için benzer araştırmanın yapıldığının altını çiziyor; Sinan’ın etnik kökeni etrafında koparılan fırtınanın kaynağını “Çünkü Sinan, en büyüğü. Bir defa mimaride büyük. Çok büyük bir yeryüzü tasarımcısı. Önce ona yönelerek ağaçtaki en güzel meyveyi koparmakla başladılar bu işe. Muhtemelen onun için Sinan’ı hedeflediler.” sözleriyle vurguluyor.
“Yoksa Osmanlı tarihinde başka Sinan paşalar var. Şöyle bir baksanız otuz Sinan çıkar ama hiç onlarla uğraşmadılar, doğrudan doğruya Mimar Sinan’a musallat olarak Osmanlı mimarisinin ve sanatının en yaratıcı, yeryüzü tasarımcısı bir şahsı hedefledirler.” diyor Mülayim. Bu sebeple Türk Tarihi Araştırma Cemiyeti üyelerinin bu işi aydınlatmak amacıyla 1935 yılında “Mezarı nasılsa bizde, açıp bakalım. Ölçüp biçelim, öyle miymiş böyle miymiş değil miymiş görelim.” diyerek hareket ettiklerini tekrarlıyor ve ekliyor: Maksat da hâsıl oldu.
Çünkü Cemiyet üyesi Antropolog Şevket Aziz Kansu, beraberinde getirdiği aletlerle yaptığı ölçüm sonucunda Sinan’ın kafatasının 89-90 ölçüleriyle hiperbrakisifal özelliklere uyduğunu ilan eder, böylece Sinan’ın Türk olduğu ispatlanarak herkes mutlu olur.
Mimar Sinan’ın kafatası nerede?
“Ankara’da antropoloji müzesi açılacak, kafatasını oraya koyacağız dediler ve tekrar mezarı kapatarak gittiler.” diyor Seçuk Mülayim. Bununla ilgili makalesinde de “Gerçek şu ki Kansu’nun, kafatasının açılacak antropoloji müzesine konacağına ilişkin mezar başında verdiği söz gerçekleşmedi. Kafatasının, ait olduğu yerden uzaklaştırıldığı kesindi.” ifadelerine yer veriyor. Bunu da “Daha sonra burayı Mimar Sedat Çetintaş, restorasyon amaçlı tekrar kazdı, kabri de açtı, o “Ben göremedim” dedi. Zaten Şevket Aziz Kansu 1935’teki kazısı sırasında ‘Bunu götüreceğim, Ankara’daki bir müzeye koyacağız’ şeklinde ifadede bulundu. Alıp götürdü, tekrar oraya koyup gömmediler. Bu belli, açık bir şey. Onun için yerinde değil diyoruz, yok.” cümleleriyle temellendiriyor.
Mülayim’i dinlerken etnik kökeni üzerinden yüzyıllarca tartışma yaratılmış böylesi önemli bir ismin mezarı, herkesin gözü önünde açılıyor, kafatası ölçülüp biçiliyor ve yerine konmayıp ortadan kaybediliyor; kimse de yerini bilmiyor mu? diye hayrete düşüyorum.
“Nerede olduğu bilinmiyor.” diye tekrarlıyor Selçuk Mülayim. Açılacağı iddia edilen antropoloji müzesinin açılmadığını yineliyor ve Sinan’ın kafatasının bulunduğu yere dair tahmini ama bir anlamda da kesin bir adres veriyor: “Antropolog Şevket Aziz Kansu’nun, bu tür mezar araştırmalarında elde ettiği kafataslarını genel olarak Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin Antropoloji laboratuvarında bir koleksiyon hâlinde tuttuğu biliniyor. Orada olsa gerek diyorlar.”
Öyle ki makalesinde Mimar Çetintaş’ın “Türk Tarih Kurumu nâmına 1936 yaz mevsiminde, bana, Atatürk’ümüz Sinan’ın mezarını açtırmıştı. Emri ifa ettim… parçaları, idare heyeti huzurunda dostum Şevket Aziz Kansu’ya vermiştim.” ifadelerine de yer veriyor.
Türk’ü tanıtan yıldız adamların mezar yerleri belli değil
Makalesinden Sinan’ın mezarının üçüncü kez, bu defa Türk Tarih Kurumu tarafından açtırıldığını, türbede yapılan bu kazıda da Sinan’a ait kafatasının bulunamadığını öğrendiğimiz Selçuk Mülayim, söyleşimizin devamında kayıp olanın sadece Sinan’ın kafatası olmadığı, başka kayıpların da olduğu acı gerçeğinin altını şu cümlelerle çiziyor:
“Hatta birçok Osmanlı mimarının mezarı hâlâ bilinmiyor. Sultan Ahmet Camisi mimarı Sedefkar Mehmet Ağa’nın mezarı ortada yok. Adamın nerede yattığı belli değil. Bir dünya şaheseri, Sultan Ahmet Camisinin mimarının nerede yattığı bilinmiyor. Söylenti var, Üsküdar’dadır, buradadır, şuradadır diye. Diğer mimarlar için, Davut ve Kasım Ağa için de aynı şeyleri söyleyebilirim. Maalesef mimarlarımızın mezarları belli değil. Evliya Çelebi’nin bile mezarının yeri belli değil. Burada tabii ihmal, bir dikkatsizlik, bir çeşit görgüsüzlük var. Bunlar yıldız adamlar, bütün Avrupa’ya dünyaya Osmanlıyı, Türkiye’yi, Türk’ü tanıtan adamlar. Mezar yerleri de belli değil. Ne oldu talan mı ettik, bilinmemesi mi gerekiyor?”
Sinan’ın etnik kökeni üzerinden dönen tartışmaların geldiği nokta, mezarının açılıp kafatasının ölçülmesi ve sonra o kafatasının yerine konmamasıdır. Bu son noktaya gelinme süreci, belki de uzun yıllar kayıp olan Sinan’ın mezarının nerede olduğunun bulunmasıyla başladı. Mülayim, yeri uzun süre bilinmeyen büyük mimarın mezarının fark edilme olayını da şu sözlerle anlatıyor:
“Tabii ki Süleymaniye Külliyesi içindeki yeri belliydi, o biliniyordu, uzmanlar bunu biliyorlardı ama 1920’li yıllarda bir inşaat dolayısıyla bu ortaya çıktı. Oradaki kabristan alanına doğru ilerleyen bir okul inşaatı sırasında gösterişli bir mezarla karşılaşılınca kıyamet koptu. Ve biri de dedi ki “Burası büyük bir mimarın mezarıdır.” Hemen Evkaf-ı Hümâyun Nezâretine haber verildi, inşaatın durdurulması sağlandı ve dendi ki “Yeni yapılmakta olan inşaat orada kesilsin.” Sonra bir aydın kişi İhtifalci Ziya Bey, “Bu en büyük Türk mimarının mezarıdır” dedi.
Eşsiz eserlerin büyük ismi Mimar Sinan’ın etnik kökeni etrafından koparılan fırtınanın sonucunda kabrinin açılması dönemin koşulları göz önünde bulundurularak belki bir nebze anlaşılabilir. Ancak 1935 yılından beri yerinde olmadığı bilinen kafatasının akıbetinin 2022 yılında dahi bilinmemesini, bulunup yerine koymak için çaba harcanmamasını anlamak mümkün değil. Oysa ki Sinan’ın aziz hatırası, sadece bu millete ve topraklara değil dünyaya emanet. Onun eserlerini yüzyıllardır titizlikle ayakta tutmaya çalışırken kafatasını ait olduğu yerde muhafaza edememek nasıl da büyük bir tezatlıktır. Üç asırdır sessizce yattığı mezarı, sırf vicdanları rahatlatmak adına açılıp vücut bütünlüğü bozulan Sinan’ın, Süleymaniye’nin gölgesindeki basit ve mütevazı istirahatgahındaki huzurunun tamamlanması ümidiyle.
Evren Soyuçok