Söyleşi: Melike Temiz

İstanbul’da doğan ve çocukluğuna dair birçok anısı Topkapı Sarayı’na ait olan Dr. Lâle Uluç’un hafızasında, Topkapı Sarayı Müze Müdürü Kemal Çığ’ın lojmanına yaptıkları ziyaretlerde sergi salonlarında gördüğü pek çok resimli el yazması eserler silinmez izler bırakmıştır.

Matematikle başlayıp sanat tarihiyle devam eden akademik hayatı son derece disiplinli, titiz ve istikrarlı şekilde devam eden Uluç, 2005’ten beri Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümünde yarı zamanlı öğretim üyesi olarak ders vermektedir.

Lisansını Warwick Üniversitesinde matematik alanında yapan Uluç, yüksek lisansını Vedat Tek özelinde 20. yy. Türk Mimarisi üzerine yapar. Onu, tekrar Türkiye’ye dönerek matematik dışında bir alanda çalışmaya iten önemli sebepler vardır. Uluç, daha 16 yaşındayken bir şeyden çok emindir: Sanat tarihi okumak.

İngiltere’ye gittiğimde küçüktüm fakat ne istediğimi biliyor, sanat tarihi okumak istiyordum. “Sanat tarihi okumak istiyorum” dediğimde elime iki tane tarih kitabı verdiler. Durduk yere İngiltere’nin memleket çapında tarihini çalışıp sınava girmenin manasız olduğunu düşündüm ve matematikten devam etmek istedim. Zaten Ankara Koleji Fen Bölümünden mezundum ve matematik hocamız şahaneydi. Nitekim İngiltere’de matematik için gerekli olan A-Level’daki tüm bilgileri bildiğimi gördüm. Herhalde müracaat formuna acayip şeyler yazmışım ki üniversitenin kurucularından müthiş bir hoca olan Christopher Zeeman formu okumuş ve beni seçmiş. Yanına gittiğimde, “Sen en iyisi buraya gel, çünkü Cambridge’e gidersen sadece matematik okuturlar. Halbuki buraya gelirsen matematiğin yanında sana farklı tüm dersleri açarım.” dedi. Nihayetinde Warwick Üniversitesine başladım. Beş veya altı matematik dersi alıyordum sonra ne istersem seçiyordum. Üniversitenin birinci sınıfıydı galiba din ayrılıkları hakkında bir ders almıştım. Herhâlde yetmişli yıllardı, İngiltere’de benden başka liberal arts okuyan olmamıştır. Bütün sene matematikten ziyade sosyal derslerle uğraşırdım.

Sonuç olarak BSc (Bachelor of Science) diplomamı aldım ve İstanbul’a geri döndüm. Boğaziçi Üniversitesinden öğretmenlik sertifikası aldım. Robert Kolejde iki sene matematik öğretmenliği, akabinde Boğaziçi Üniversitesinde bir süre öğretmenlik yaptım. Bu sırada Abdullah Kuran’ın Sanat Tarihi için master bölümünü açtığını duyunca her şeyi bırakıp hemen Abdullah Bey’le sanat tarihi masterına başladım.

“Baştan beri resimli el yazmaları çalışmak istiyordum”

Türkiye’de bu konuda çalışabileceğim bir hoca yoktu. Artık dışarıda da okumaktan bıkmıştım. Her ne kadar mimari çalışmak istemesem de Abdullah Bey’i çok seviyordum, böylece yüksek lisansa başlamış oldum. Tez yazmak sevmeden yapılabilecek bir şey değil, hele bu kadar detaylı mümkün değil. 20. Yüzyılın Başında Türk Mimarisi: M. Vedat Tek konulu tezim[1] için Vedat Bey’in kızlarının, torunlarının, hepsinin peşinden gittim, adalara kaç kere gittiğimi hatırlamıyorum bile. Vedat Bey’in mimari yapılarının resimlerini çektim. Zaten daha sonra Vedat Bey hakkında yazılan kitapta[2] da benim tezimden çokça yararlanılmıştı.

Lâle Uluç gençlik yıllarını Avrupa’da geçirmiş, akademik yayınlarının çoğunu İngilizce kaleme almıştır. Akademide iyi bir yere gelebilmek için İngilizcenin mutlaka öğrenilmesi gerektiğini vurguluyor. Çünkü ona göre İngilizce konuşma diliyle akademik yazı dili birbirinden çok farklıdır.

Ömrüm boyunca İngilizce yazdım, ilkokul birden başlayarak hep İngilizceyle uğraştım. Fakat akademik İngilizce farklı, konuşma İngilizcesi farklıdır. Aynısı Türkçe için de geçerli. İngilizce yazdığım kitabı Türkçeye çevirmeyi beceremiyorum çünkü akademik Türkçe farklıdır. Mesela Filiz’in (Çağman), Serpil’in (Bağcı) yazdığı akademik Türkçeyi yazamıyorum. Şimdi biraz biraz yazmaya başladım çünkü uğraşıyor ve çalışıyorum.”

İngilizceyi ilerletmek için günde elli sayfa okumak lazım. İsterseniz çizgi roman okuyun, bir önemi yok ne okuduğunuzun. Basit bir şey okuyun ama mutlaka okuyun, yoksa olmaz. Ben kitap okuyarak, 50 yaşından sonra İtalyanca öğrendim.”

“Çocuklarla pek ilgilenemem fakat talebe severim”

İyi bir hocayımdır. Yani ne öğretirsem iyi bir hocayımdır. Mesela yüksek lisanstan önce bir ara Robert Kolejde iki sene matematik öğrettim, sonra sıkıldım. Halbuki çocukları da çok seviyorum. Aslında ben çocuklarla pek ilgilenemem fakat talebe severim. Herhâlde onlara laf geçirdiğim için. Ne dersem o oluyor, onun için hocalığı seviyorum.”

Disiplinli ve titiz bir kişiliğe sahip olan Uluç’un doktora süreci yaklaşık on iki yıl sürmüştür. Sanat tarihi doktorası haricinde başka bir konudan doktora yapamayacağını ve el yazması üzerine çalışmak istediğinden bahseden Uluç, doktora sürecini ve Topkapı Sarayı Kütüphanesinde geçirdiği günleri şöyle aktarıyor:

Baştan beri el yazması çalışmak istiyordum fakat Abdullah Bey bunlarla uğraşmadığı için mimari çalışmak zorundaydım. Halbuki el yazması çalışmak istiyordum ve el yazması üzerine en üst isim Priscilla Soucek’ti. İlk yıl burs vermedikleri için babamın desteğiyle New York’a gittim (New York Üniversitesi, Güzel Sanatlar Enstitüsü, 2000) sonrasında aldığım burslarla devam ettim.

“Yirmi yıldır kiminle tanıştıysam Topkapı Sarayı Kütüphanesinde tanışmışımdır.”

İlk önce dersler vardı tabii. Dersler bittikten sonra araştırmanın çoğu Topkapı Sarayında geçti. Her gün Topkapı Sarayına gidiyordum. Herhâlde yirmi yıldır kiminle tanıştıysam Topkapı Sarayı Kütüphanesinde tanışmışımdır. Başka bir yer de hatırlamıyorum. Ya orasıdır ya da oğlumun okul arkadaşlarının ailesidir. Zaten kafam ikiye bölünmüştü. Ya oğlum Nadir’in işleri ya doktora işleri…

Her gün Topkapı Sarayında ilk iş olarak arşive gidiyordum. Her sabah Şule Hanım dışarıya çıkıncaya kadar bazen on dakika bazen bir saat bekliyordum. Her gün gelip bana buraya niçin giremeyeceğimi anlatıyordu. Beni çok etkilemiyordu çünkü kitaplarımla birlikte bekliyordum. Derken baktı ki bu iş bitmeyecek, birinci senenin sonunda şubat ayında bana “gel” dedi. Gel dediği yer bir revak, revakın kocaman kemerleri var. Kemerlerin içini tek bir camdan kapatmışlar. Yani içine girdiğimiz oda öyle bir odaydı ve ısınmıyordu. Hele de şubat ayında çok zordu. Annemin kürkünü giyip gidiyordum. Ayağımda kayak botları, elimde eldivenler yoksa dayanamıyordunuz o soğuğa.

“Ben iki boyutlu sanatı daha çok seviyorum”

Benim için İslami el yazmaları gibi Bizans, Ermeni, Avrupa yazmalarındaki kitap resimleri de çok caziptir. Hatta Ermeni yazmalarını çalışayım mı diye çok düşünmüştüm. Fakat hem Türk hem kadın olmak Ermeni yazmalarını çalışmayı zorlaştırıyor. Biraz da Farsça mı Ermenice mi öğrenmek meselesiydi. Sonunda Farsçaya karar verdim ve kendi yolumu seçtim. Açıkçası iyi de oldu çünkü Topkapı Sarayı çok önemli bir kaynak ve insan birazcık da hayatını kolaylaştırmalı, neyi yapabilecekse onu yapmalı. Ermeni yazmalarının eşiğinde eşelenmek manasız olacaktı.

Topkapı Sarayı Kütüphanesindeki araştırmam bittikten sonra yeniden New York’a döndüm. Çünkü tezin en son hâlini orada yazmam gerekiyordu. İşte o zaman ikincil kaynaklar da eklenerek tezim (Arts of the Book in Sixteenth Century Shiraz) bitti. Yanlış hatırlamıyorsam dersler iki yıl sürmüştü, tez dönemim ise yaklaşık on yıldı. Çünkü tezim çok detaylıydı ve yerinde bir çalışmaydı. Şu an Şiraz yazmaları üzerine yapılan çalışmaların tümünde benim tezim kaynak olarak gösteriliyor.

Yine doktora tezimdeki Osmanlı okurları ile ilgili olan bölüm Topkapı Sarayı Kütüphanesinde çalıştığım için yazıldı. O bölümün de çok yararı oldu. Çünkü bir yandan Şiraz yazmaları ile ilgili araştırma yapanlara yol gösteren bir kitap oldu diğer yandan da Osmanlı okuma âdetleri ile ilgili yeni bilgiler paylaşıldı. Bu sebepten Osmanlı dünyasında da önemli bir kitap oldu.

Hiç unutmuyorum, 2019 yılında kaybettiğimiz Maria Pia Pedani, Osmanlı ve arşivlerle alakalı çok tatlı bir kitap yazmıştı.[3] Oğlumun babası İtalyan’dır. Kitabı bulup getirdiğinde şöyle demişti: “Herhâlde bu kitabı bir tek yazarın annesi okumuştur, bunu kim alır?!” Benim kitabıma da olsa olsa iki arkadaşımla annem, babam ve bir de sen bakar diye düşünmüştüm. Tabii yazarken insan bunu anlamıyor ama birçok insan okuyormuş.

Lise yıllarında iyi bir matematik eğitimi alan daha sonra Robert Kolejde matematik öğretmenliği yapan Lâle Uluç’un analitik düşünme pratiğinin sosyal bilim tarafına da yansıdığını görüyoruz. Bunu kendisi “şüphesiz” sözüyle altını çizerek teyit etmekte.

Kesinlikle hiç şüphesiz, çok önemli bir şey matematik. Boğaziçi’nde doktora konumla ilgili bir konferans vermiştim. Sonrasında İş Bankası benim tezimi basmak istedi[4]. İş Bankası Yayınlarından tercümesi yapılan kitabın editörü de olan Emre Yalçın “Lâle Hanım bu matematik gibi yazılmış” dedi. “Ha şunu bileydin” dedim. Çünkü meseleleri birbirine bağlamak önemlidir. Konuları bağlanmamış kitapları sevmem; Agatha Christie tarzı polisiye roman da olsa sevmem. Her şeyin birbirine bağlanması gerekir. Eğer bağlayamıyorsa aynı yazarı tekrar okumam.

Yine bakıyorum kitabımda çok az şey değişti. 2000 yılında tezim bitti, 2006 yılında kitabım basıldı. Yirmi küsur sene geçmiş. Ben hâlâ fikrimi değiştirmedim. Bu da benim için çok önemlidir.

20 yıl ve belki de çok daha fazlası… Çalışmaya ve okumaya ara vermeden devam eden Uluç, yeni çalışmalarına dair müjdeler veriyor:

Türkçeye çevrilecek birkaç çalışmam var. Ali Şir Nevai yazmaları hakkında bir kitap basılacak. Onun dışında Saray Albümleri’ni yazdık. Sekiz Türk, birkaç Japon bunların hepsi birer makale yazdı, ben de Bora Keskiner ile birlikte Şah Tahmasb Albümü[5] hakkında yazdım. Kıt’a sözcüğünün nereden geldiği beni meraklandırıyordu, burada bunu yazdım. Ayrıca Nihad M. Çetin’in İslam Ansiklopedisindeki “Yâkut Musta‘sımî” makalesini İngilizceye tercüme etmeyi düşünüyorum. Benim tüm malzemem Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde. Orası da kapalı olduğu müddetçe belli ki ben işsiz kalacağım.

Alana ait terminolojinin önemini vurgulayan Uluç, bütün terimlerin iyi tarif edilmesi gerektiğinin altını çiziyor:

Zahriye bir şeyin arkası, sırtı demek. Buna zahriyeden ziyade açılış sayfası demeyi tercih ediyorum eğer burada tezhip varsa takdim tezhibi denmeli diye düşünüyorum. Kimilerinin vikâye dediği bölüme, yan kâğıt diyorum. Birinci yan kâğıt, ikinci yan kâğıt gibi. Kitabın son yan kâğıdı veya yine burada tezhip varsa bitiş tezhibi olarak tanımlıyorum. Bütün bu terimlerin iyi tarif edilmesi lazım. Örneğin serlevhayla unvanın (heading) büyük bir farkı yoktur. Tarifin doğru yapılması gerekiyor. Ben şuna serlevha buna da unvan demek istiyorum dediğinizde tarifini doğru yapmanız gerekir. Bir başlık atıp onun altına başlıkla alakasız şeylerin yazıldığını okuyunca çok sinirleniyorum. Muhakkak başlık ve içindekilerin birbirini tutması, terimlerin tam karşılığının verilmesi gerekir.

Herkesin çalışma düzeni ve tarzı farklıdır. Kimi sessiz bir kütüphanede ya da evinde, kimi bahçede, yeşilliklerin arasında çalışmayı sever. Kapsamlı ve hacimli çalışmayı seven Lâle Uluç, üşümediği her yerde çalışabildiğini söylüyor. Bir fikri yazıya dönüştürme sürecinin de yine çok fazla çalışmaktan geçtiğini aktarıyor.

Bir sayfa eleştiri yazısı yazmak için 10 adet doktora tezi okuyorum

Kitap okurken, beni ilgilendiren şeyleri bilgisayarıma mutlaka not alırım. Okurken kendi yazılarımda kullanabileceğim bilgilere rastladığımda bunu nasıl kullanacağımı düşünür, sonra bir paragraf veya üç satır yazarım. Bu bilgilerin mutlaka hangi yazardan, hangi kitaptan, kitabın kaçıncı sayfasından olduğunu da not ederim. Böyle çalışmak çok uzun sürüyor. Bu şekilde derin ve hacimli çalışmayı seviyorum.

Yaz tatili için gittiğimiz Cunda Adası’nda bile yaz okuluna gidiyordum. O yaz Wheeler Thackston da ordaydı. Mecâlis el-Uşşak’ı[6] akşam onunla okuyor ertesi gün kursta tekrar ediyorduk. O zaman oğlum Nadir altı yaşındaydı. Sırf o kursa gidebilmek için Cunda’da koca bir ev tutuldu. Nadir’i çok seven bir arkadaşım da gelmişti. Ben devamlı çalıştığım için arkadaşımı Nadir’in annesi sanıyorlardı.

Yani çok çalışıyorum. Tanıdık ve görülecek insanlar varsa onları görüyorum. New York, Bodrum, Floransa hiçbir yer fark etmiyor her yere bilgisayarımla gidiyorum. Arkadaşlarımla ve sizinle yaptığım bu konuşmalar ve sokakta yürüyüp denize girdiğim zamanların dışında hep ders çalışıyorum. Her yerde çalışırım. Bana fark etmiyor. Evde genelde kanepemde oturuyorum. Üşümediğim her yerde çalışabilirim.

Lâle Uluç’un özellikle genç araştırmacılara da tavsiyesi var: Çok çalışmak ve dil öğrenmek.

Ders çalışsınlar, bu kadar… Kitap okumaları, ders çalışmaları ve doğru düzgün lisan öğrenmeleri gerekiyor. İngilizce bilmeden en azından bu konu (el yazmaları) yapılamaz, aslında hiçbir konu yapılamaz. Bol miktarda ders çalışmak lazım.


[1] Lâle Uluç, M. Vedat Tek, Architect: An Episode in Turkish Architecture, 1987, Boğaziçi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sanat Tarihi Ana Bilim Dalı (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi)

[2] M. Vedat Tek: Kimliğinin İzinde Bir Mimar, der. Afife Batur, 2003, Yapı Kredi Yayınları

[3] http://kaynakca.hacettepe.edu.tr/eser/31782450/i-documenti-turchi-dell-archivio-di-stato-di-venezia

[4] Lâle Uluç, Türkmen Valiler Şirazlı Ustalar Osmanlı Okurlar-XVI. Yüzyıl Şiraz Elyazmaları, 2006, Türkiye İş Bankası Yayınları

[5] Lâle Uluç & Bora Keskiner, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Şah Tahmasp Albümü (yakında çıkacak)

[6] Majālis al-‘Ushshāq: Written in Herat, Copied in Shiraz and Read in Istanbul,” M. Uğur Derman 65 Yaş Armağanı/65th Birthday Festschrift, ed. İrvin C. Schick (Istanbul: Sabancı University, 2000), 569-603

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz